1964’ten sonra adıyla birlikte kültürünü de toprağın altına gömen İmroz, gömülü hazinesini gün yüzüne çıkarıyor.
Türkiye'nin en batısında bir ada varmış. Bu adada peynirden zeytinyağına, şaraba kadar çeşit çeşit fabrikaları varmış. Tarım desen gani, meyveler bolluktan hayvanlara yem olurmuş. Küçükbaş hayvancılık en önemli geçim kaynağı, oğlaklar adanın gözbebeği imiş. Toprağı bereketli, insanı çalışkan bu adanın kimseye ihtiyacı yokmuş. Kendi yetiştirir kendi yer, gömleğini kendisi dokur, kahvesini dibeğinde kendisi dövermiş. Yaz kış demez çalışırlar, yorulmak nedir bilmeyen bu insanların tek molası panayırları imiş. Aziz/azizelerine adanmış günleri doyasıya eğlenerek, kazan kazan kaynattıkları yemeklerle köy meydanlarında neşe içinde kutlarlarmış.
Bu anlattıklarım ne masal ne de çok uzak bir geçmiş. Kadim Anadolu'nun bir gerçeği. Üstelik daha dün kadar yakın. Burası Gökçeada, asıl adıyla İmroz. Kendi kendine yetebilen, ana karayla bağını kopartsan yine yaşamından bir şey eksilmeyecek bu ada 1964'ten sonra tüm güzelliklerini kaybetmeye başladı. İmroz, o tarihten sonra yalnızca insanını kaybetmedi, ocakları söndü, müzikleri durdu. İmroz, adıyla birlikte kültürünü de toprağın altına gömdü.
İşte Melike Çapan'ın The Independent Türkçe'deki o yazısı