Anna Maria Beylunioğlu[1]*
Mansur Anıl Güzelmansur[2]**
Dünyanın farklı yerlerinde çok farklı biçimlerde tezahür edebilen inançların ortak noktalarından bir tanesini yemek ve yemeğe dair ritüeller oluşturuyor. Semavi dinlere ve kutsal kitaplara baktığımızda, insanoğlunu yeryüzü ile buluşturduğuna inanılan Hristiyanlık inancında da ilk günah olarak görülen Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın yasak meyve olan elmayı yiyip cennet bahçesinden kovulması, yiyeceklerin dinler için kırılma noktası oluşturduğunun en çok anlatılagelen örneğidir. İlk ortaya çıktıkları andan itibaren her inanç, günlük hayat pratiklerini yeme-içme konusunda getirdiği kurallar etrafında şekillendirmiş, nefsin terbiyesi ve doğanın işleyişini düzenlemek gibi amaçlar doğrultusunda farklı dönemlerde perhiz ya da oruç olarak adlandırdığımız sınırlamalar getirmiştir.
Dini-kültürel kimliklerde yemeğin rolü
Peki yemek ve yemek yeme eylemi neden dini inanışlarda bu kadar merkezi rol oynar? Cevap çok basit aslında: Yemek hayatta kalmak, sosyalleşmek ve haz almak gibi hayatımızı düzenleyen en önemli elementleri bir arada tutmakla beraber hafızayı nesilden nesle taşıyacak güçlü bir semboldür. Bu birleşim o kadar güçlüdür ki, bireylerin yaşadıkları toplulukları, topluluk değerlerini ve bunun sonucunda kimliklerini oluşturur. Bir kişinin yemek yeme rutininden kişinin mensubu olduğu etnik-dini kültürel yapı hakkında çıkarımlar yapmak mümkün olabilmektedir. Öyle ki, İspanya’da 15. yüzyıldaki zulümler sırasında Yahudiler için domuz eti yememe kuralı kimliklerini ifşa etmelerine sebep olmuştur. Yine aynı sebeple Portekiz’deki Yahudiler kimliklerini gizleyebilmek için dışardan bakıldığında domuz etinden yapılmış bir sosis ile ayrıt edilemeyen ancak dana etinden yapılan Alheire sosisini icat edip kendilerini kamufle etmeye çalışmışlardır.
Sadece dinin gereklilikleri değil aynı zamanda ibadet ritüellerinde de yemek karışımıza çıkar. Hristiyanlık dinindeki “Komünyon” alımı sırasında tüketilen şarap Hz. İsa’nın kanını, ekmek ise bedenini temsil eder, İsa Mesih’e bağlılığı sembolize eder. Bu gelenek şarap ve ekmeğin Hz. İsa’nın geri döneceğini müjdelediği son akşam yemeğinde tükettiği besin olmasına dayanır ve kişinin yemek ile kimliği arasında bu ritüel üzerinden kurduğu bağ, kendisini ilahi düzenin bir parçası olduğunu hissettirir. Bir anlamda kişi dini yemek ritüelini gerçekleştirerek Tanrı’ya olan inancını pekiştirmiş olur.
Yeme düzeni ve alışkanlıklar tarih boyunca ağırlıklı olarak kişinin mensup olduğu dini öğretilere göre şekil almıştır. Müslümanlar alkol tüketmez, domuz eti yemez, helal kesim protein kaynaklarına yönelir. Yahudiler de Müslümanlara benzer şekilde “koşer” kurallarına göre kesilmiş protein kaynaklarını tercih eder, domuz eti yemez; et ve sütü birbirine karıştırmadan tüketirler. Hristiyanlıkta böyle bir kısıtlama olmamakla birlikte öğretinin yayıldığı erken dönemlerde et gibi bazı yiyecekler lüks olarak görülmüş ve dini öğretiyi tam anlamı ile uygulayanlardan bu gibi lüks gıdaları günlük yaşamlarında tercih etmemeleri beklenmiştir.
Hinduism inanışına sahip bireyler de günümüz tabiri ile lakto-vejeteryan (et, süt ve yumurta yememe) bir diyete sahiptir. Anadolu inanışlarından Arap Alevilik ya da başka bir adı ile Nusayrilik’te de kutsal olarak görülmesi ve doğadaki üretim dengesinin bozulmaması sebebi ile dişi hayvan eti yenmemektedir.
Dinler, perhizler, oruçlar
Anadolu inanışları ve onlara dair oruçlar saymakla bitmez, birkaçını burada sıralayalım. İslam inancında oruç, kişinin güneşin doğuşundan batışına kadar olan zaman diliminde yemeden ve içmeden uzak durmasını ve bu süre içerisinde de kötü söz ya da yalan söylememesini gerektirir. Oruç dönemi Ramazan ayı boyunca sürer ve farz kabul edilirken Muharrem aylarında tutulan oruçlar isteğe bırakılmıştır. Aleviler ve Nusayriler için ise Ramazan orucunun farz mı yoksa isteğe bağlı mı olduğu tartışılmaktadır. Türkiye coğrafyasında Osmanlı Devleti döneminden beri varlık gösteren Bahai toplumu için 2-21 Mart arası bencillikten ve bedensel arzulardan uzaklaşmak için oruç tutulan dönemdir, güneşin doğuşundan batışına kadar hiçbir şey yenilip içilmez.
Yahudilerin iki farklı tür oruç tuttuğunu söyleyebiliriz. Bunlardan kefaret günü olarak kabul edilen “Yom Kipur” ve matem günü olarak bilinen “Tişabeav”, gün batımından önce başlayıp ertesi gün batımı sonrasına kadar devam eden yaklaşık 25 saat boyunca hiçbir şey yenilmeyen oruç dönemleridir. Yom Kipur’da hiçbirşey yenilmediği gibi çalışmak da yasaklanmıştır. Diğer oruçlar ise gün doğumu ile başlayıp gün batımına kadar sürer. Bunlar arasında Tsom Gedalya, Asara Betevet, Taanit Behorot, Ester Orucu, Betamuz oruçları bulunmaktadır.
Hristiyanlıkta oruç zorunlu tutulmaz ancak günah ve hatalardan arınmak adına tavsiye edilir. Ait olunan etnik köken ve mezheplere göre tutulan oruç ve perhizler değişmektedir. Protestanlık herhangi bir dönemde orucu ya da perhizi şart koşmazken, Katolik mezhebine mensup bireyler sadece Paskalya yani diriliş bayramı öncesi 40 gün oruç tutmaktadır. Bu oruçla günde üç öğün yenen yemekler bire düşüyor, azalan yemek maliyeti yardım amaçlı kullanılıyor, ibadet saatleri artırılıyor... Ortodoks mezhebindeki uygulamaların ise etnik kimliğe ve yerel kiliselere göre farklılıklar gösterdiğini söylemek gerek. Tüm farklılıkları detaylı şekilde bu yazıya aktarmak zor görünse de önemli ayrımları vurgulamaya çalışalım. Rum Ortodokslar Paskalya öncesi yaklaşık 50 günü (Büyük Oruç), Noel öncesi 40 günü ve Meryem Ana bayramı öncesi ise 15 günü hayvansal gıda yemedikleri perhiz ile geçirmektedirler. Bu perhiz dönemlerinin Meryem Ana’ya İsa Mesih’e hamile kalacağının müjdelendiğine inanılan 25 Mart ve Antakya civarında Şanini olarak bilinen dallar pazarında balık yiyebiliyorlar. Bunun dışında 29 Haziran öncesine denk gelen ve süresi liturjik takvime göre değişiklik gösterebilen havariler orucu döneminde de perhiz; 5 Ocak Vaftiz yortusu, 29 Ağustos Yahya’nın başının gövdesinden ayrıldığı gün ve 14 Eylül Kutsal Haç’ın bulunması bayramı ise tam oruç tutulur ve bu dönemde yeme içme eylemi oldukça azaltılır, hatta neredeyse hiç yemek yenilmez. Sadece Azizlerin bayramına denk gelmesi durumunda zeytinyağlı yemeğe ya da şarap içmeye izin verilir. Ermeni Gregoryen geleneğinde ise sadece Paskalya öncesi bazen tam oruç bazen de perhiz uygulanmaktadır. 15 Ağustos Meryem Ana yortusuna denk gelen bağ bozumuna kadar da perhiz ya da oruç tutulmamakta, sadece üzüm yenmemektedir. Süryani Ortodokslar ise sanıyoruz Ortodoks cemaatleri arasında oruç dönemleri en çok olan topluluktur. Büyük Oruç’u 50 gün boyunca perhiz olarak tutanlar olduğu gibi tam oruç olarak tutanlar vardır. Süryaniler’de tam oruç, günün başlangıcından akşama (esnetildiği durumlarda öğleye kadar) hiçbir şey yenilip içilmemesini gerektirir, oruç açıldığında da sadece hayvansal olmayan gıdalar yenmektedir. Meryem Ana orucu beş günlük bir perhizdir. Doğuş bayramı yani Noel öncesi de 10 günlük bir perhiz uygulanır. Elçilerin orucu üç günlük bir perhiz olarak 29 Haziran’da sona erer. Süryaniler’de diğerlerinden farklı olarak Büyük Oruç’tan üç hafta kadar önce pazartesi günü başlayan ve Yunus peygamberin büyük bir balık tarafından yutulup üç gün sonra karaya bırakılmasını hatırlamak için tutulan Ninovo oruçları vardır. Bugün yer yer esneklik tanınsa da bu oruç üç gün boyunca hiçbir şey yememeyi gerektirir. Tüm bunlara ek olarak, oruç dönemi olmayan zamanlar için Katolikler sadece İsa Mesih’in çarmığa gerildiğine inanılan gün olan cuma günlerinde ve Ortodokslar da çarşamba (İsa Mesih’in ele verildiği gün) ve cuma günlerinde hayvansal gıdanın tüketilmediği perhiz uygulamaktadır. Süryaniler de Çarşamba-Cuma orucunu Paskalya ve Pantikusti bayramları dışında kalan zamanlarda tutmaktadır. Bazı kiliselerde bu günlerde de tam oruç tutulduğu görülmektedir; böylece arınmak ve Tanrı’ya yakın hissetmek amaçlanmaktadır.[1]
Sonuç olarak yemek insanoğlu var olduğundan beri en temel ihtiyaç olması sebebi ile her zaman dini/kültürel kimliklerin merkezine konumlanmış, yer yer kırılma noktaları oluşturmuştur. İnançlar çerçevesinde geliştirilen ritüeller de yemeğin insan hayatındaki önemini en başından fark etmiş olsa gerek, yemeğe dair düzenlemeler ve kısıtlamalar getirerek bu dünyada yaradanın varlığını hissetmeyi ve/ya kötülüklerden, günahlardan arınmayı teşvik etmiştir. Bunun sonucunda dini-kültürel kimliklerin temelini oluşturan yemeğe dair ritüeller, perhizler ve oruçlar da insanoğlu kendisinden büyük bir güce inanmayı sürdürdükçe yeniden üretilerek devam edecektir.