İnanç Rotaları 2

Anadolu’da İnançların İzleri: İnanç Yolları 2

Şeyh Bedrettin’in Yolu Nurdan Arca*

ADİP’ten sufilerin yolu konusunda, Şeyh Bedreddin hakkında bir yazı yazmam teklif edilince memnuniyetle kabul ettim. “Şeyh Bedreddin Uzun İnce Bir Yol” kitabımın güncellenmiş 3. baskısı yeni yayınlandığı için kitabımdan yararlanarak yazdım. Bedreddin’in üç türlü yolundan söz edeceğim. Birincisi kendi hayat yolu ki içinde eğitimi, aydınlanması, örgütlenmesi var. Bu yol Edirne’den Bursa’ya, Konya, Halep, Şam, Kudüs, Kahire, Mekke , yine Kahire’den geçiyor. İkincisinde Andolu’da iki süren yolculuğu Türkmen bölgeleri, Tire, Sakız Adası, Kütahya, Domaniç, Çanakkale’den geçerek Edirne’ye ulaşıyor. Üçüncüsü ve en önemlisi ise sürgünler ve isyanlarla geçen yolculuğudur. Edirne, İznik, Kastamonu, Deliormanlar’dan geçerek ve Serez’de son bulur.

Şeyh Bedreddin’in yolunu aşağıda ilginize sunuyorum:
Simavna Gazisioğlu ya da Kadısıoğlu Şeyh (Mahmud) Bedreddin’in hayatını Torunu Hafız Halil’in yazdığı Menakıbname’sinden öğreniyoruz.
“Abdülaziz’in oğlu olan Gazi İsrail üç yüz kişiyle bir kale üzerine yürüdü ve kalenin Ban’ını (Macaristan ve Slovenya dolaylarındaki sancakbeylerine ve küçük prenslere verilen unvan) ve çoluk çocuğunu kaçarken yakaladılar. Ban’ın bir kızı da var idi [...] Âlim olan Gazi İsrail, elde edilen ganimetlerin azını ve çoğunu gaziler arasında üleştirdi. Ve Ban’ın kızını kendine alıkoydu ve buna Melek diye ad verdi. Bundan 790’da Mahmud/Şeyh Bedreddin doğdu.” (Tarihler tutmuyor. Bedreddin’in doğum yılını 1359 olarak biliyoruz. Menakıbname’sindeki Hicri 790 yılı ise Miladi 1388’e denk geliyor.)
Fethedilen Simavna kalesiydi. Gazi/ Kadı İsrail fethettiği kaleye yerleşerek aşağıdaki ovada çiftçilik yapmıştı.

Bedreddin Gazi/dervişlerin çoğulcu ortamında doğmuş, Edirne’de büyümüştü. Kuran ve fıkıh derslerini Edirne’de babası Gazi/Kadı İsrail’den amıştı. Delikanlı olunca eğitimini, ilmini ilerletmek için Edirne’den çıkmış Bursa’ya, Konya’ya, Kahire’ye, Kudüs’e, Mekke’ye hacca gitmişti.
Bedreddin İbn Arabî’nin düşünceleriyle ilk kez Bursa’da karşılaşmıştı. Belki de o düşüncelerin izinde Konya’ya gitmişti. Konya İbn-i Arabi’nin 1204’te Endülüs’ten (İspanya) gelerek yerleştiği yerdi. İbn Arabî’nin sevgili öğrencisi, üvey oğlu, evlatlığı ve eserlerini dikte ettirdiği Sadreddin Konevî’den mantık ve matematik dersleri almıştı. Konevi Mevlânâ Celaleddin Rumi’nin de yakınıydı. Bedreddin Konevî’den ders alırken İbn Arabî’nin Vahdet-i Mevcud düşüncesiyle belki tekrar karşılaşmış ve Arabî’nin Fusûsu’l Hikem (Gerçeğin Gözü) adlı eserinden, Vahdet-i Mevcud felsefesinden, derin tasavvufundan etkilenmişti.

17. yüzyılda Halvetiye tarikatının Şeyhi Niyâzî-i Mısrî Şeyh Bedreddin ile İbn Arabî’nin eserleri hakkında bir şiir yazmış, İbn Arabî’nin eseri Fusûsu’l Hikem’i bir derya, Bedreddin’in Vâridât’ını ise o deryaya akan bir nehir olarak tasvir etmişti. “Muhyeddin ü Bedreddin etdiler ihyay-ı din Derya Niyazi Füsus enkarıdır Vâridât”  Bedreddin yoluna devam etmiş, Halep’te, Şam’da önemli mutasavvıflarla tanışmıştı. Kudüs’te Mescid-i Aksa’da ulemadan ders almış ve Memlûkların yönetimindeki Kahire’ye gitmişti.
Kahire’deki hocasıyla birlikte Mekke’den, hacdan dönerken Kızıldeniz’de gemileri batmış ama kurtulmuştu. Genç Bedreddin Kahire’ye yerleşmiş, kitap yazma icazeti bile almıştı.
Şeyh Bedreddin: Tasavvuf ve İsyan kitabının yazarı tarihçi Michel Balivet ve Fetret Devri uzmanı Selanik’li tarihçi Dimitris Kastritsis’le konuştum. Bedreddin’in Kahire’ye yerleşmesini farklı yorumladılar:

M. Balivet: “Anadolu Türkleri görünüşe göre Kahire’de bir lobi oluşturmuş. Saraydaki memurların çoğunluğu onlardandı. Medreselerde de çok sayıdaydılar. Elimizdeki bilgilere göre Bedreddin’in daha çok Anadolulular ve Memlûk Türkleriyle teşrik-i mesai ettiği izlenimine kapılıyoruz.”
Yani Türkçe konuşanlarla... Çerkezlerle... Balivet, Bedreddin’in Kahire’ye yerleşme kararında, konuştuğu dilin ve kimliğinin önemli bir rol oynadığını düşünüyordu. D. Kastritsis ise Bedreddin’in bir fakih, bir âlim olarak, mesleği nedeniyle Kahire’yi seçtikten sonra geçirdiği büyük değişimi vurguluyordu:
“Kahire o zaman ilim merkeziydi. Yani İslam dünyasında en önemli ilim merkezi. Tabii ki Şeyh Bedreddin oraya gitmiş, okumuş. Çok önemli bir âlim olmuş. Bedreddin, Kahire’de sarayda Memlûk Sultanı Berkuk’un oğlunun öğretmeni olarak çalışırken Anadolulu (Ahlatlı) bir mutasavvıfla, Hüseyin Ahlati ile tanış- mış. Bu tanışma Bedreddin’in hayatını değiştirmiş, hayatının en önemli dönüm noktası olmuş denebilir.”

Kahire ve Hüseyin Ahlati Kastritsis bir aydın olan Bedreddin’in Kahire’de Hüseyin Ahlati’yle tanıştıktan sonra gerçek bir tasavvuf aydınlanması yaşadığını söyledi. Bedreddin Kahire sarayında Memlûk Sultanı Berkuk’un oğlu Farac’a fıkıh dersleri veriyordu. Farac’ın diğer hocası Anadolulu Şeyh Hüseyin Ahlati’yle tanıştıktan sonra tasavvuf yoluna girmiş ve Ahlati tekkesinde derviş olmuştu. Sultan Berkuk, oğlunun öğretmenleri Bedreddin ve Ahlati’ye Habeşistanlı iki kardeş köle/cariyeyi Cazibe ve Maria’yı (Hristiyan?? ) vermişti. Bedreddin Cazibe’yle, Ahlati Maria’yla evlenmişti.

Yetkin tarihçimiz Cemal Kafadar Bedreddin’in tasavvuf dünyasına girişini, Menakıbname’den alıntılarla anlattı:
“Zaten baldızından tasavvuf tecrübesini aldığını aile içinde hep anlatmışlar ki torunu kalkıp o güzel kelimelerle yazmış, çok da güzel yazmış orasını;
“...söyleyince Maria çün halini, sırrı tevhid- den düşen ahvalini... Şeyh zamanında feridi derh iken zamanın bir teki iken, biriciğiyken, dünyanın biriciğiyken, Şeyh zamanın- da feridi derh iken, anı gül gördü ve kendini diken.....” Bedreddin’in o müthiş özgüvenini yitirişiyle ilgili gördüğüm tek cümle bu.” Bedreddin baldızı Maria ile sabaha kadar konuştuktan sonra “onu gül, kendini diken” olarak görmüş ve tasavvuf aşkıyla yanıp tutuşarak artık kitaplardan değil, gönül gözüyle gördüğünün hakikatine inanmıştı.
 Mutasavvıflar aydınlanınca kitaplarını bir suya atarlardı. Bedreddin kitaplarını Nil Nehri’ne atmıştı. Saraydan ayrılarak kaba kumaştan giysileriyle Ahlati tekkesinin dervişleri arasına karışmıştı. Bedreddin Mürşidi Hüseyin Ahlati’nin teşvikiyle, belki Ankara Savaşından sonra, 1402’de Tebriz’e gider. Bedreddin Tebriz’de Timurlenk’in sarayındaki ulemanın yapamadığı bir bilmeceyi çözünce Timur Bedreddin’e kızıyla evlenmesini ve saray âlimi olarak kalmasını teklif eder. Timur’a hayır denemeyeceğini bilen Bedreddin geceyarısı gizlice Tebriz’den kaçar Kahire’ye döner. Bedreddin’in neden Tebriz’e gittiğini bilemiyoruz. Tebriz’e belki de Timur’la görüşmek için değil de Safevileri tanımak için gitmişti.

Kahire’ye dönüşünde mürşidi Ahlati ölmüş ve ona tekkesine şeyh olmasını vasiyet etmişti. Bedreddin Ahlati tekkesine ancak altı ay kadar şeyhlik yapabilmişti. Tekkedeki dervişlerin, mutasavvıfların arasındaki inanılmaz iktidar savaşlarını görünce şeyhliği, tekkeyi, hatta yetişkin ömrünü geçirdiği Kahire’yi terk etmişti. Anadolu’ya ve baba ocağı Edirne’ye dönmek üzere yola çıkmıştı. Halep’te Türkmenler Şeyh Bedreddin’i kentin kapısında karşılamıştı. Belki kente Âşık Nesimi derisi yüzülerek öldürüldükten sonra gelmişti. Acılar içindeki Türkmenler liderleri olarak Halepte kalmasını istemişti ama o yoluna devam etmişti.
Bedreddin belki Yıldırım’ın oğullarından Musa Çelebi’nin daveti üzerine Edirne’ye gidiyordu., Edirne’ye ancak iki yıl sonra varabilmişti. Yıldırım Bayezid Ankara Savaşı’nda yenilip Timur’a esir düştükten sonra ölünce Anadolu’da dehşetli bir karmaşa, Fetret Devri hakimdi.
Bedreddin yolunu neden uzatmıştı? Neden Tire, Karaburun (İzmir), Sakız Adası, Kütahya, Domaniç, Bursa ve Çanakkale’den geçen bir güzergâh izlemişti? Bu yolculuğunun Osmanlıları derinden sarsan 1416’daki ilk isyanlarla nasıl bir ilişkisi vardı?
Cemal Kafadar Bedreddin’in ve Cazibe’den doğan oğlu İsmail’in bu coğrafyada yaptıkları yolculukları yorumladı:
“Mesela Bedreddin’in oğlu, İsmail Seyyid Beşe, hacca gideceği zaman, biliyorsunuz, o da garip bir yol çiziyor. Geliyor, Bedreddin İznik’teyken, babasından, Bedreddin’den izin alıyor. “Ben hacca gideceğim,” diyor. Bedreddin de “Güle güle, gidebilirsin,” diyor. Ee, hac yolu Tire’den geçmiyor. Halbuki Seyyid Beşe Tire’ye gi- diyor. Tire’nin Nizar Köyü’nde, Menderes suyunun kenarında, biliyorsunuz, Eğridere’de aradık.”
TİRE
Tire sakin, ılık bir Ege kasabasıdır. 15. Yüzyılda Şeyh Bedreddin’in Kahire’den Edirne’ye dönüş yolundaki en önemli durağıydı. 14. ve 15. yüzyıllarda önemli bir kent merkeziydi. Aydınoğulları Beyliği’nin ilk başkenti olan Birgi’ye komşudur. Tire Bedreddin orada durakladığı için önemlidir. Belki de Börklüce Mustafa’yla Tire’de tanışmıştı! Tireli tarihçi Munis Armağan’la uzun süren sohbetlerimizden ve tutkuyla yazdığı kitaplarından ancak yerel tarihçilerin bildiği şeyleri öğrendim. Munis Bey’e göre Tire köksel bir kentti, Aydın’la, Çeşme’yle hatta İzmir’le sıkı bağları vardı. Bedreddin buraya 15. yüzyılın başındaki Fetret Devri’nde (1402) gelmişti. Osmanlı Devleti’nin en parlak ve güçlü döneminde, 16. yüzyılda Tire’de çoğulcu bir iklim hakimdi.
Armağan, Portekiz’den kaçarak Tire’ye gelen Yahudiler sayesinde Tire’nin bir nevi Yahudi kültür merkezi olduğunu ve İstanbul Yahudileri’nin Tire’den gittiğini söylüyordu. Kentin Portakal Meydanı’nın asıl adı Portugal (Portekiz) meydanıydı. 16. yüzyılda Tire müftüsünün Bedreddin’in sülalesinden olduğunu, Bedreddin’in sülalesinin adının Tire’de “Beyli oğulları” olarak bilindiğini söylüyordu. Hatta 2000’li yıllarda Tire Müftüsü Gıyasettin Bey’in Şeyh Bedreddin’in yazdığı Câmiu’l-Fusûleyn’ kitabını hâlâ başvuru kaynağı olarak kullandığını söylemişti. Bedreddin’in yazdığı adeta medeni kanun olan Câmiu’l-Fusûleyn’in elyazmalarını Tire’deki Balım Sultan Tekkesi’nin dervişleri çoğaltmışlardı. Armağan bizi Balım Sultan Tekkesi’ne götürdü. Tire’ye gelen yolun sağındaki bir tepeye tırmandık. Burada Balım Sultan Tekkesi yüzyıllardır, gölgeli zeytinlikler arasında, dingin, harap ve vakur duruyordu. Ayakta kalan yegâne yapının mimarisinden, soluk mavi renginden, güngörmüş bir tekke olduğu anlaşılıyordu. Nevruzda burada hâlâ büyük kutlamalar yapılıyordu. Danalar süsleniyor, küpeli dervişler sokaklarda “Nevruz geliyor!” diye bağırıyorlardı. Eskiden Nevruz’u sadece Aleviler kutluyordu ama şimdi Sünniler de, isteyen herkes katılıyordu.
Tire’de Dede Sultan’ın (Börklüce) mezarını, Börklüce Mustafa’nın keşişleri ziyaret ettiği Güme’de manastırını bulamadık.
Şeyh Bedreddin’in izlerini Tire, Ortaklar, Ödemiş ve Birgi’de aradık. Bedreddin’in büyük oğlu İsmail Beşe’nin 15. yüzyılda yaşadığı Nizar Köyü olduğunu düşündüğümüz Eğridere Tire’nin köyüydü.
Eğridere
Eğridere’ye belgesel ekibimizle Bedreddin’in büyük oğlu İsmail Beşe’nin mezarını bulup çekmeye gitmiştik. İsmail (Seyyid) Beşe, Bedreddin Menakıbnamesi’ni yazan torunu Hafız Halil’in babasıydı. “Beşe” adı Bedreddin ailesinin lakabıydı. İsmail (Seyyid) Beşe’nin Tire’nin köylerinde yaşadığını, mezarının eski adı Nizar (ya da Nissa) olan Eğridere Köyü’nde olabileceğini düşünüyorduk.
Eğridere köyünün meydanında kahveye oturduk. Meydana yığılmış çuvallar dolusu taze yeşil fasulye kamyonlara yükleniyordu. Ege toprakları ne kadar verimliydi! İsmail Seyyid Beşe’nin adını hiç duymamışlardı. Kahveden kalktık. Köyün mezarlığında aramaya gittik. Cemal Kafadar eski mezar taşlarının Osmanlıca yazılarını okuyordu. En eski mezar taşı 17. yüzyıldan kalmıştı. İsmail Beşe 15. yüzyılın başında babası Bedreddin’den önce ölmüştü. Yine çok ilginç bir sürprizle karşılaştık. Köye girdiğimizden beri bizimle olan, kahvede hiç konuşmayan, peşimizden mezarlığa gelen bir adam sessizce yaklaştı. Bir şey gösterecekti. Önümüze düştü. Birlikte mezarlığın yanındaki yokuşu tırmandık. Toprak yolun sağında, kenarda çalı gibi küçük bir ağacın önünde durduk. Önce çocukken bu çalı /ağacın önüne gelip yağmur duası ettiklerini söyledi. Sonra da çalı/ağacın altında yatık duran kocaman, yekpare, pürüzsüz bir mermeri gösterdi: “İşte aradığınız bu” diye başladı. “Biz çocukken bu ağacın altına su, yiyecek filan bırakır, adak yapar, dilek dilerdik.” Ağaç yatır olmuştu.
İsmail Seyyid Beşe’nin mezarı bu muydu?
O çalı/ağacın ve altındaki pürüzsüz mermerin fotoğrafı, Munis Armağan’ın kitabında da vardı. Munis Bey Eğridere köylülerinin adetini anlatıyordu. İsmail Beşe’nin  mezarı olduğunu düşündükleri o çalının altına hâlâ düzenli olarak ekmek ve su, hatta bayramlarda evde pişirdikleri otlu pideleri bırakıyorlardı. Munis Bey’e göre Tire’nin iki köyü olan Eğridere ve Peşrevli’yi, Bedreddin’in babası Kadı İsrail kurmuştu. Ayrıca Eğridere’de bir de zaviyesi vardı. Peşrevli o zamanlar 200 hanesiyle Birgi’den bile büyük bir köydü. Kadı İsrail’in kardeşinin çocuğu, yani Bedreddin’in amca çocuğu olan Pir Veli’nin mezarı Peşrevli Köyü’ndeydi. Gökçen Köyü’ndeki Koca Sultan mezarı acaba Dede Sultan’ın (Börklüce Mustafa) mezarı olabilir miydi?
Eğridere’ye on yıl sonra tekrar Ramazan ayında gittim. İlk gidişimizdeki caminin yanındaki kahvede değil, oruçlu olmayanların kahvesinde sohbet ettiğimiz yaşlılar İsmail Beşe’nin adını ve mezarını biliyorlardı. Mezarı eskiden köyün girişindeydi ama üstünden yol geçmiş ve yok olmuştu. Bir başkasına göre ise İsmail Beşe’nin mezarı köyün girişinde duruyordu. Baş ve ayakucundaki iki servi ağacıyla hemen fark edilen o mezarın önemli bir efsanesini anlattı. Kurtuluş Savaşı’nda Yunan ordusu köyleri, kasabaları, kentleri yakarak kaçıyordu. Eğridere’ye geldikleri zaman görünmeyen bir güç askerleri o iki servili mezarın bulunduğu yerde zınk diye durdurmuştu. Eğridere’yi yakamamışlardı.
Birgi
Birgi yemyeşil ulu ağaçlarla çevrili bir yolun iki tarafına yerleşmişti. Anayoldan yokuş yukarıdaki bir meydanda Aydınoğlu Umur Bey’in görkemli bir heykeli duruyordu. Karşısında Aydınoğlu Mehmet Bey Camii vardı. Birgi Aydınoğulları Beyliği’nin ilk başkentiydi.
Aydınoğlu Mehmed Bey camiyi 14. yüzyılda yaptırmıştı. Selçuklu tarzı dikdörtgen mimarisiyle farklıydı. Duvarının meydandaki heykele bakan köşesinden fırlamış mermer bir levha üstünde bir aslan kabartması duruyordu. Hani İslam’da canlı tasvirler yasaktı?
Caminin imamı içeride bizi güleryüzle karşıladı. Bilgili bir imamdı. Üç bin parçadan oluşan minberin muhteşem nakışlı demir işçiliğini gösterdi. Parçalar gezegenleri sembolize ediyordu.,.. Galileo’dan 200 yıl önce 14. yüzyılda bir Müslüman camisinde kaligrafiyle nakşedilmiş kosmos tasviri şaşırtıcıydı. Osmanlıca ve Arapça bilen Cemal Kafadar minberin işlemeleri arasında, minberi yapan ustanın imzası olabilecek gizli bir işaret buldu. 14. yüzyılda burada “Bu minber benim eserim” diyebilen insanlar yaşamıştı.
Cemal Kafadar’ın Şeyh Bedreddin’in 14. ve 15. yüzyıllarda Aydınoğulları Beyliği’yle ilişkisi konusundaki yorumu hayli incelikliydi:
“Küçük birimler var. Küçük birimlerin arasından beylikler palazlanmaya başlıyor. Bizim için en önemli olan burada Aydınoğulları Beyliği... Aydınoğullarının hâkim olduğu bir bölgeden söz ediyoruz. Şimdi Gediz, Büyük Menderes, Küçük Menderes, Tire, Karaburun, Manisa değil mi hikâyenin geçtiği önemli yerler? Aydınoğulları’nın bu konuda değişik bir tavırları var mıydı? Ama hiç olmazsa şunu diyebiliriz: Aydınoğulları hiçbir zaman Osmanlıların sonradan vardığı noktadaki kadar büyük bir devlet olamadılar. Dolayısıyla hiçbir zaman o büyük devletlerin davrandığı gibi de davranamadılar….. Aydınoğulları devletinin ve o devletin başındakilerin Türkmen çevreleriyle çok yakın ilişkisi var. Özellikle de Cüneyt’in... Aydınoğlu Cüneyt sonradan Osmanlıların başına  defalarca bela oluyor. Her bela olduğunda da etrafına topladığı insanlar ya Aydın, Manisa yöresinin Türkmenleri ya da Osmanlılar o tarafa atmışsa Rumeli’nin Türkmenleri... Bir yerde Bedreddin’in takipçileriyle Aydınoğlu Cüneyt’in takipçileri sosyal yapı olarak birbirine çok benzeyen insanlar.
” Börklüce Mustafa önce Bedreddin’in kâhyası, kethüdası sonra da Ege’de patlayan isyanların lideri olacaktı. Börklüce Mustafa’nın azapları Tire, Birgi, Ortaklar, Selçuk, İzmir, Karaburun ve Sakız Adası’nın insanlarıydı. Torlak Kemal’in çevresinde torlak dervişleri toplanmıştı. Torlak Kemal de Manisa’da, Kütahya (Domaniç?) dağlarında isyan etmiş bir Bedreddin takipçisi, bir Bedreddini’ydi. Kütahya, Domaniç, Çavdarhisar ve Aizanoi
Şeyh Bedreddin’in izini sürerken Kütahya-Domaniç bölgesindeki Çavdarhisar Köyü’ne gittik. Bedreddin’in Torlaklarla oralarda tanışmış olması muhtemeldi. Ekip minibüsümüz anayoldan ayrılarak toprak bir yola saptı..Çavdarhisar Köyü’ne girerken güneş batıyordu. Gün ışığını kaçırmamak için acele ediyorduk Alacakaranlıkta minibüsümüzden inerken önümüze çıkan köyün köpekler avaz avaz havlıyorlardı.
Toprak yolun kenarına sıralanmış iki katlı kerpiç evlerin pencerelerinden sokağa gaz lambalarından sızan titrek ışıklar dökülüyordu. İç Ege’nin bu köyünde 2000’li yılların başında hâlâ elektrik yoktu. Gaz lambalı kerpiç evlerin karşısında upuzun mermer sütunlarıyla, bir tapınak yükseliyordu. Sanki başka bir dünyadan ışınlanmıştı. Kerpiç evlerin sakinleri her sabah bu manzaraya, Anadolu’nun en iyi korunmuş Zeus Tapınağı’na uyanıyordu. Çavdarhisar’lılar binlerce yıllık kültürlerle iç içe yaşıyordu. Çok kültürlülük doğal, normal ve gündelik bir şeydi! Bedreddin işte bu toprakların havasında, suyunda, toprağında doğal olarak hep var olan çoğulculuğu savunmuştu.
Çavdarhisar’daki Zeus Tapınağı Roma İmparatorluğu’nun Aizanoi kentinden kalmıştı. Aizanoi en parlak dönemlerini MS 2. ve 3. yüzyıllarda yaşamıştı. Kentte Zeus Tapınağı’nın yanı sıra 20.000 kişilik bir tiyatro, 13.500 kişilik bir stadyum, bir borsa binası, iki hamam, bir gymnasium (okul) ve ikisi hâlâ kullanılan beş köprü vardı. Aizanoi arkeoloji dünyasında “İkinci Efes” olarak niteleniyordu. Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün başlattığı kazılara Pamukkale Üniversitesi devam etmişti. Zeus Tapınağı’nı mermer avlusunun üstü toz dumandı. Bir harman makinesi harıl harıl çalışıyor, arkasından batan güneşin eflatun ışıkları içinde samanlar havaya savruluyordu. Hava tam kararmadan harmanı bitirmek istiyorlardı. Çavdarhisar’ın kerpiç evlerinin sakinleri işleriniZeus Tapınağı’nın mermer avlusund yapıyorlardı. Çamaşır yıkıyor, tahıl ayıklıyor, sebze kurutmak için iplere diziyorlardı. Durmadan arı gibi çalışıyorlardı. Kamera ekibimiz son ışıkları kaçırmadan Zeus Tapınağı’nın mermer avlusundaki harmanı çekmeye koştu. Köpekler de peşlerinden…. Alacakaranlıkta Zeus Tapınağı’nın arka cephesinde baş aşağı duran Medusa heykelini de gördük.. Hava kararınca köpekler iyice azmış, saldırmıştı. Görüntü yönetmenimiz Mete Şener ve asistanları onları güçlükle durdurdu. Minibüsümüze atlayarak Çavdarhisar’dan hızla kaçtık.
SAKIZ ADASI
Şeyh Bedreddin Kahire’den Edirne’ye giderken Tire’den sonra Sakız neden Adası’na uğramıştı?  Şeyh Bedreddin: Tasavvuf ve İsyan kitabının yazarı Fransız Tarihçi Michel Balivet, Simavnalı Bedreddin ile Trabzonlu Georgias’ı karşılaştırdığı bir makalesinde, Bedreddin’in Sakız Adası’nı ziyaretini Menakıbname’deki gibi anlatır:
“Şeyh Bedreddin’den söz edildiğini duyan Sakız Adası’nın Cenevizli valisi ona adaya gelip öğretisini yaymak üzere davette bulunuyor. Bedreddin daveti kabul ediyor ve Sakız’da on gün kadar kalıyor. Burada önde gelen din adamlarıyla ve yöneticilerle, ileride ayrıntılarıyla söz edeceğimiz ilginç temaslarda bulunuyor. Hıristiyanlar arasındaki bu kısa ikametten sonra Şeyh, Edirne’ye dönüp yedi yıl sürecek bir halvet dönemine giriyor. Bu dönemde ünü durmadan büyüyor ve birçok mürid yetiştiriyor.” Dimitris Kastritsis ise Bedreddin’in Sakız Adası’yla ilişkilerine özel bir önem verir: “Sakız Adası’na gitmiş Şeyh Bedreddin. Hıristiyanlar onu kabul ediyorlar, hem de aziz olarak, ilginç! O zamanlar Sakız Adası Ceneviz kolonisiydi. Ortodoks isyanlar var birçok yerde, Katolikler altında... Müslümanları daha çok istiyorlar, tercih ediyorlar. Haçlı Seferi kalıntıları var o zamanlar bütün Yunanistan’da. Bazı yerler de Batı Hıristiyanlarının (Katoliklerin) hâkimiyeti altında... “
Şeyh Bedreddin: Tasavvuf ve İsyan kitabının yazarı Fransız Tarihçi Michel Balivet, Bedreddin’in Sakız Adası’nda, Tourloti Manastırı’nda Giritli keşişlerle tanıştığını ama Hıristiyan isyancılar hakkında daha fazla araştırma yapmak gerektiğini söylüyordu: “Belki keşişler aracılığıyla dinler arasında ince ilişkiler olduğu kesin. Yunanlar buna sinaschitis diyor. …Bu fikirler ya keşişler aracılığıyla ya da mesela Hıristiyanlar, Türkler, mahkûmlar ya da paralı askerlerle adalardaki İtalyanlar arasında yayıldı. Bence burada önemli bir çalışma yapılmalı. Belki bu keşişler bulunabilir bile. Manastırın adını biliyoruz. Sakız Adası’ndaki Tourloti Manastırı ki artık yok ama biliniyor. Ben Sakız Adası’nda sordum. Belki de Venedik ve Cenova’daki arşivlerde bulunabilir.”
VE EDİRNE
15. yüzyılın başında Edirne Osmanlı Devleti’nin başkenti ve çok kültürlü aydınların toplandığı bir düşünce merkeziydi. Michel Balivet Edirne’deki kültürel ortamdan övgüyle söz etmişti:
“Emin olduğumuz bir şey var ki o da Edirne’nin 14. yüzyıldan itibaren ve 15. yüzyıl boyunca büyük bir düşünce merkezi olmasıdır. İranlıların, mutasavvıfların, Yahudi felsefesine, İslam felsefesine ve kadim çoktanrılı fikirlere sahip bilgelerin geçtiği çok büyük bir merkezdir. Edirne böyleydi. Gerçekten çok ilginçti.” Edirne Bedreddin’in büyüdüğü, gençlik yıllarını geçirdiği, ilk fıkıh-hukuk eğitimini aldığı ve Mısır’dan dönünce zaviye kurup ders verdiği, Musa Çelebi’nin padişahlığı sırasında kazaskerlik yaptığı kentti.
Bedreddin Edirne’de 1412-1413 yıllarında kazaskerlik yaparken hem zaviyesine hem de Dimetoka kırsalındaki Seyyid Ali Sultan Dergah/Tekkesinde vakıflar tahsis etmişti.
Şeyh Bedreddin’in Edirne’deki izleri silinmişti. Edirne’de yedi yıl ders verdiği Bedreddin Zaviyesi’ni aradık ama hiçbir iz bulamadık. Belki de ünlü eseri Varidat’ı bu zaviyede verdiği derslerden derlemişti. Bedreddin, Musa Çelebi ve Edirne Dimitris Kastritsis Bedreddin’in “kutsal tarih” ya da “siyasi efsane”nin ilgi alanı içinde kaldığını söyledi. Kastritsis uzmanlık alanı olan Fetret Devri, Musa Çelebi ve akıncılarla ilgili konularda anlattıkları isyanların kökenine ışık tutuyordu. “Osmanlı kroniklerine göre Musa Çelebi, 1411-1413 arasında iktidardayken Şeyh Bedreddin’i kazasker, yani en büyük askeri hakim/kadı olarak tayin etti. Bildiğim kadarıyla bu makam imparatorluktaki en yüksek dini makamdı. En yüksek dini otorite ve ordudaki adaleti sağlamakla görevli kadıydı. ……Yani Şeyh Bedreddin gibi birinin böyle yüksek bir kadılık makamını kabul etmesi çok önemlidir. Çünkü aynı zamanda, daha sonraki merkezi hükümete karşı isyanının da dayandığı temel, onun bir mutasavvıf olmasıdır. Öte yandan kazaskerlik makamı merkezi hükümetin bir parçasıdır. Musa Çelebi’nin ve Şeyh Bedreddin’in çok iyi bilemediğimiz siyasetleri ne olursa olsun, her ikisi de merkezi devletin parçasıydı.
O bakımdan, Şeyh Bedreddin’in, kazaskerlik döneminde merkezileşmeye karşı olduğunu göremeyiz. Tabii o zamanlar merkezileşmeden ne kastedildiği şimdi net olmasa da farklı merkezileşme türleri ve anlayışları olabilir. Belki Sultan’ın kendisi, kazasker, ulema ve Şeyh Bedreddin’in de ait olduğu derviş grupları gibi devlet görevlileri, merkezileşmeyle kazanan ya da kaybeden farklı hizipler arasında tartışmalar hâlâ devam ediyordu. Bir de tabii, arazi tahsisleri için ihtiyaç duydukları merkezi devlet zayıflarsa kaybedecek çok şeyleri olan tımar sahipleri vardı. Bir de, hakları ve imtiyazları tehdit altına giren, güya merkezilesmeye karşı çıkan akıncılar vardı. Hatırlanması çok önemli olan uç beyleri de vardı. Onlar o sırada Balkanlar’da hâlâ güçlüydüler, çok güçlüydüler………
Çok ilginç bir dönem. Bu bakımdan Şeyh Bedreddin çok ilginç bir insan. Çünkü o her iki taraftaydı. Bir derviş, mistik lider olarak merkezileşmeye karşı olması gerekirdi. Ama aynı zamanda kazaskerdi. Yani devletin görevlisiydi. Daha sonra mı merkezileşme karşıtı oldu, bunu bilmek zor. Belki Balkanlar’da Musa kaybettikten ve Çelebi Mehmed tahta oturduktan sonra Şeyh Bedreddin değişti ve merkezi devlet karşıtı oldu. Belki daha önce değildi.
Bedreddin, Musa’nın hükümetinin parçası olduğu için, aynı iliskilerden belki o da yararlanmıştı. Belki Mircea ve Deliormanlar’da yaşayan insanlar onu da desteklemişti. O insanlar en geniş anlamıyla Türkmen ve akıncıydı.”
VE İSYAN
Çelebi Mehmed, kardeşi Musa Çelebi’yi öldürttükten sonra, onun kazaskeri olan Bedreddin’i ailesiyle, çocukları ve torunlarıyla birlikte, bin akçe gibi yüksek bir aylıkla İznik’e sürgün etmişti. 1413-1415 ( 1416?). Bedreddin’in 3. yüzyılda Romalıların yaptığı İznik surlarının dışına çıkması yasaktı. Bedreddin İznik’te mahpus yaşarken boş durmamış, Yakup Çelebi Medresesi’nde dersler vermişti. Bazı araştırmacılar Vâridât’ın burada verdiği derslerden derlendiğini iddia ediyor. Ama Edirne’deki zaviyesinde verdiği derslerin notlarından toparlanmış olabilirdi.
Hafız Halil İznik’te sürgün olan dedesi Bedreddin’le birlikte yaşamıştı. Menakıbname’de, Şeyh Bedreddin Teshîl adlı eserini İznik’te, “acılar ve ateşler içinde yanıyorken, kalbi demirden de olsa eriyecekken” yazdığını anlatır.
KARABURUN
Karaburun’da Börklüce Mustafa liderliğindeki 15. Yüzyılda çıkan isyanların anlatılarının ne kadarı gerçek ne kadarı efsane bilemeyiz ama canhıraş bir ölüm kalım savaşı yaşandığı anlaşılıyor. Börklüce Mustafa, Karaburun’un ya da Tire’nin köylerindendi. Lakabı Dede Sultan’dı. Şeyh Bedreddin’in düşüncelerini Aydınoğlu Beyliği’nin topraklarında yaymıştı. Dede Sultan Sisam (Samos) ve Sakız (Chios)Adası’ndaki Hıristiyan keşişlerle dostluk kurmuştu. Müridleri Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudilerdi.
Karaburun’da Osmanlı yönetimine isyan eden Börklüce Mustafa’nın dervişleri, Aydın’ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler ve Yahudi esnaf- ları, yani Tireli, Ödemişli, Birgili, Ortaklarlı, Aydınlı, Selçuklu (Ayasuluğ), Efesli, İzmirli, Karaburunlu, Sakız Adalı, Alaşehirli, Manisalıydılar. Akdeniz’in, Ege’nin verimli topraklarında yaşayanlardı. Nâzım Hikmet’in destanında, Mikhael Doukas’ın Historia kitabında bunlar yazar.
Şeyh Bedreddin Karaburun’da isyan çıktığını duyunca İznik’te kaçmış, Kastamonu’da İsfendiyaroğlu Beyliği’ne sığınmıştı. İsfendiyar Beyi, Musa Çelebi’nin eski dostuydu. Osmanlı Padişahı I. Mehmed’in gazabından korkan İsfendiyar Beyi, Şeyh Bedreddin’i bir gemiyle alelacele Sinop’tan Kırım’a göndermişti. O gemi Kırım’a değil Dobruca kıyılarına gitmiş, Şeyh Bedreddin’i bırakıp kaçmıştı. Dobruca/Deliormanlar’da binlerce insan onu karşılamıştı. Her ırk ve dinden insanlardı; Türkler, Pomaklar gibi Müslümanlar ve Vlahlar (Ulah), Gagavuzlar gibi Hıristiyanlar vardı.
Michel Balivet, kitabında Şeyh Bedreddin’in Deliormanlar’da muazzam bir sevgi ve coşku seliyle karşılandığını anlatıyordu:
“Musa’nın eski taraftarlarının Dobruca’daki Hıristiyan Gagavuz- larla, Bedreddin’in atası olduğu varsayılan İzzeddin Keykavus’un soyundan gelen ve Edirne’de, Serez’de olduğu gibi Silistre’de, Varna’da da yaşadıkları belirtilen kişilerle bir arada bulunduğu Aşağı Tuna ve Bulgaristan bölgelerinde, Bedreddin’in çok iyi karşılandığı anlaşılmaktadır.”
Şeyh Bedreddin’in Deliormanlar’daki takipçileri de isyan etmişti.. Çelebi Mehmed o sırada “Düzmece” Mustafa’yla savaşmak için Selanik’i kuşatmıştı. İsyanı duyunca erhal kuşatmayı kaldırarak ordusunu Deliormanlar’a göndermişti ama askerleri isyancıları yenememiş, Bedreddin’i bulamamıştı. Sonra Bedreddinilerin kılığına girerek, isyancıların arasına sızarak, Şeyh Bedreddin’I hileyle yakalayarak Serez’e, Padişah I. Mehmed’e götürmüşlerdi. Bedreddin sahte bir mahkemede yargılanarak Serez’de asılmıştı. Bedreddin’in Batı Trakya’daki Simavna’da başlayan hayat yolculuğu nice yollar, alimler, sufiler, sürgünler, hapisler, isyanlardan sonra doğduğu köyden pek uzak olmayan Serez’de sona ermişti.
Bedreddinin şairi Nazım Hikmet sonu en güzel anlatandır:
“..Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan yapraksız bir dalda sallanan
şeyhimin çırılçıplak etidir.
Yağmur çiseliyor.
Serez çarşısı dilsiz,
Serez çarşısı kör.
Havada konuşmamanın, görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü.
Yağmur çiseliyor…”

* Nurdan Arca İstanbul Şişli Terakki Lisesi’ni, Chicago Illinois Hindsdale Lisesi’ni ve Boğaziçi Üniversitesi (Robert Kolej Yüksek Okulu) Ekonomi Bölümü’nü bitirdi. 1968’de Türkiye’nin ilk kısa film festivali olan Hisar Kısa Film Festivali’nin yöeticilerindendi. İlk kısa filmi “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” (1969) Galata Köprüsünün sabaha karşı açılışını belgeler. Londra’da, Brunel Üniversitesi’nde bölgesel kalkınma planlaması konusunda doktora çalışması sırasında British Film Institute’un sinema programlarına devam etti.
12 Mart darbesi nedeniyle bursu kesilince yurda döndü. Çeviriler yaptı ve İstanbul Üniversitesi’nde İktisadi Doktrinler ve İktisat tarihi yüksek lisansını tamamladı. Milliyet Sanat Dergisi’ne yazmaya başladı.
Bağımsız olarak yaptığı ilk belgesel “Hasret Resimleri” (1986) Ressam Orhan Taylan ve hapisliği sırasında yaptığı resimler hakkındaydı. İlk belgeseliyle Ankara Film Festivali’nde AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği) ödülünü kazandı. 1992′de kurduğu Ajans 21 belgesel yapımevinde yönetmen ve yapımcı olarak yerelden evrensele çeşitli konularda belgeseller üretti. Konular denizaltından uzaya, tiyatrodan, müzikten biyografilere ve monografilere, tarihten arkeolojiye çok çeşitlidir.
“Yitik Zamanın İzinde” belgeseliyle 2000 yılında Fransa’da ICRONOS film festivalinde “en iyi kazı filmi” ödülünü aldı. Belgesel Sinemacılar Birliği yönetim kurulu üyeliği ve İstanbul 1001 Belgesel Film Festivalinin direktörlüğünü yaptı.
Üç yıl süren bir araştırma ve çekim süreciyle 2006 yılında tamamladığı Simavnalı Bedreddin belgeselinin araştırma macerasını yazdığı kitabı Şeyh Bedreddin, Uzun İnce Bir Yol 2016’nın Haziran ayında yayımlandı.
2017 Mart ayında ikinci basımı yapıldı. Kitap gözden geçirilmiş yeni kurgusuyla 2021 yılında Sia Kitap’tan 3. kez yayınlandı.

ESERLERİ
Belgeseller: 2018 Muazzez Mucizesi 104 Yaşında; 2015 Türkân Saylan Anlatıyor; 2011 Evliya Çelebi – İstanbul’un Tılsımları; 2011 Canlar; 2006 Simavnalı Bedreddin; 2006 Arada – İstanbul’da Bir Öğle Vakti; 2001 Gülen Ayva Ağlayan Nar 2000 Dostların Tiyatrosu; 1999 Yitik Zamanın İzinde 1998, Zaman Kapsülleri, 1996 Uzay Kristalleri; 1995 Ezgili Yürek: Ruhi Su; 1993 Dördüncü Boyut; 1986 Hasret Resimleri; 1969 Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri Kitaplar: 2016 Şeyh Bedreddin, Uzun İnce Bir Yol; Güncellenmiş 3. Basım 2021, Muazzez İlmiye Çığ, Cumhuriyet Mucizesi 2020.